Sihirli kelime “üretim” gerçekten… İnsanı dev şirketlerden, önemli pozisyonlardan istifa ettirebilecek denli güçlü bir motivasyon bu…
Ve bir de tercih olgusu… Güven alanından uzaklaşmaya cesaret edebilmek, maceraya atılmaya hazır olabilmek gerek…
Bazı insanlar işte bu tercih noktasında, dev tüketim makinasının bir parçası olmayı tercih ediyor. Bazılarıysa güven alanlarından uzaklaşıp maceralara atılıyor.
Burak Aybar bu insanlardan biri…
Aslında Aybar soyadının toprakla olan ilişkisinin kökü Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanıyor. Ancak Burak Aybar, “toprağı unuttular” denilen jenerasyona ait biri ve fakat bugün kurduğu hayallerle bunun tam tersini kanıtlıyor.
Bu onun hikayesi…
Aile geçmişinden bahsedebilir misin? Genlerde büyük bir toprak ve çiftçilik geçmişi var çünkü…
İstanbul Baytar Mektebi’nden( Bugünkü İ.Ü. Veterinerlik Fak. ) mezun olan büyük dedem Mehmet Emin Bey, Osmanlı’nın son döneminde 1897 ‘de İmparatorluğun en büyük çiftliklerinin ortak adı olan “Çiftlikat-ı Hümayun”lardan biri olan ve bugün bilinen adıyla Bursa’daki “Karacabey Harası”nın müdürlüğüne getiriliyor. 1938’deki vefatına kadar da burada hizmet veriyor. Cumhuriyet döneminde Hara Müdürlüğü görevine devam ediyor. Görevi sırasında “Karacabey Esmeri” adını verdiği inek cinsini yetiştiriyor.
Büyük dedem Mehmet Emin Bey’e 50 bin dönümlük bu hara içinde 400 dönümlük “Çifte Perde Mevkii” denilen arazi veriliyor. Bu, T.C. döneminde sadece ona verilen bir onur ödülü… Bu arazide, 10 sene işletmecilik ve hayvan yetiştiriciliği yapıyor. Emekli olduğu 1937 senesinde ise İsmet İnönü’nün “Atatürk Orman Çiftliği’ne müdür olur musun?” teklifini rahatsızlığı nedeniyle geri çeviriyor.
Emin bey, soyadı kanunu çıktığında “Aybar” soyadını seçiyor. Oğlu Şükrü Aybar (dedem) ve torunu Çetin Aybar (babam), Emin Bey’in ardından kendi işlerinin yanısıra çiftçilik ve hayvancılığı Uluabat Köyü’ndeki çiftliklerinde devam ettiriyorlar.
Bugün, bizler, Emin Bey’in torunları, ata topraklarımızda, gerek kendi gözetimimizde ektiğimiz yemlerle, gerekse Karacabey Ovası’nın verimli ve sıhhi otlaklarındaki otlarla beslenen, düzenli veteriner kontrolünde tutulan, tamamen doğal ortamlarda uyuyan, doğum yapan, oynayan keçilerimizle süt ve peynir üretimi geleneğini devam ettiriyoruz.
Çiftliğin bulunduğu Uluabat nasıl bir yer ?
Çiftliğimizin bulunduğu Uluabat Köyü; Uluabat Gölü kenarında. Tertemiz havası, yeşil doğası ile büyüleyici bir yer. Küçüklüğümde çiftlikte vakit geçirmeye bayılırdım. Şimdi ise çocuklarım aynı keyifle burada vakit geçiriyor. Sabah yumurtalarını kümesten kendileri topluyor, traktörle tarlaya gidiyorlar. Ağacından erik, kiraz yiyorlar. Doğaya temas ediyorlar, her şey için emek verildiğini görüyorlar. Toprağa basıyorlar. Çocuklar mutlu olunca biz de mutlu oluyoruz.
Ne zaman ve nasıl bir kararla kurumsal hayattan uzaklaştın ? Kaç sene çalıştın ? Yüklenilen sorumluluklar… Terfiler.. Sonra ne oldu ?
İş hayatına 1996’da Turkcell’de başladım. Sonrasında Eczacıbaşı Holding ve Avea’da devam edip, kurumsal hayatımı Turkcell’de noktaladım. Şirketlerin Kurumsal İletişim Bölümleri’nde yöneticilik yaptım. Keyifle çalıştığım, yeni projeler ürettiğim yıllardı. Ekipçe çok başarılı işlere imzalar attık.
Sonra 18 sene boyunca başkaları için sorumluluk aldığımın farkına vardım. “Neden kendi işimin sorumlusu olmayayım ki?” diye kendime sormaya başladım. Hikayem de işte böyle başladı. Hayalim; senelerdir içinde büyüdüğüm çiftliğimizde üretim yapmaktı ve ne mutlu ki gerçek oldu!
Tabii benim kurumsal hayata başladığım senelerde çiftçiliğe bakış böyle değildi. Her şey çok değişti. Tarımda teknoloji kullanımı ilerledi. Örneğin, eskiden sulama pancar motorları ile yapılırdı şimdi elektrik diğerine bir trafo bağlayıp elektrik motoruyla daha verimli olarak ürününe su verebiliyorsun. Yani bir anlamda tarımda gelişen teknolojiler şehirlileri toprağa yakınlaştırdı. Eskiden işler biraz daha tabiri yerindeyse “hacı baba” usulü ile yapılırken artık daha organizasyonel hale geldi.
Bu arada şunu da söylemem gerekiyor; bugünlerde “çiftçiyim” demek trend oldu. Eskiden “çiftçiyim” demeye insanlar utanıyordu. Şimdi balkondaki saksıda domates yetiştiren “çiftçiyim” diyor. Böylelerine “bir buraya burnunuzu sokmayın” diyesim geliyor.
Tamam da bu pozitif bir trend değil mi ?
Evet, belki öyle ama bu “çiftçiyim” sözünü duyunca, benden önceki jenerasyonlar aklıma geliyor. Onlara saygısızlıkmış gibi geliyor.
Üretme isteği tamam… Ama ne üreteceksin ? Bu anda keçiye yönlenmen nasıl gelişti ?
Kurumsal hayatta da yeni ve farklı olanı yaratmak için çalıştım. Ama aklımın bir köşesinde hep çiftlik vardı. “Saanen” türü keçilere merak sardım. Çok okudum, inceledim. Evet, çiftlikte büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarımız vardı ve onların bakımını biliyorduk ama keçi bize yabancıydı. İlk etapta 6 tane keçi aldım. Ne yerler, nasıl uyurlar, neleri severler, neleri sevmezler, doğumları nasıl olur , doğduktan sonra bakımları nasıl yapılmalı… Bunları elbette kitaplarda anlatıyorlar ama ben yaşayarak görmek istedim. Teorideki gibi olmuyor çünkü hiçbir şey. Tecrübe etmek en önemlisi. Bunların yanı sıra keçi çiftliklerini gezdim, sürü sahiplerinin hikayelerini bire bir dinledim.
İki senedir keçicilik, keçi sütü üretimi yapıyorsun. Geçirdiğin evreleri bu yola çıkmak isteyenler için ve özellikle keçicilik yapmak isteyenler için anlatabilir misin? “Keçicilik yapmak isteyen şunu, şunu yapmalı” desek neler sıralarsın?
Öncelikle bol bol keçi çiftliği gezmelerini ve çiftlik sahipleri ile görüş alışverişinde bulunmalarını tavsiye ederim. Yatırım yapmadan benzer bir çiftlikte belli bir süre çalışarak yatırımın kendilerine uygunluğunu test etmeleri önemli. Daha sonrasında varmak istedikleri nihai sonuca göre yatırım planlanlaması yapılmalı ve mutlaka yüksek süt verimi olan ari hayvanlarla başlanmalı işe. Bu noktada hayvanların genlerinin saf olması önem kazanıyor. Ancak Türkiye’de %100 Saanen keçisi bulunmuyor. Ben, sürümün safkanlık derecesini Uludağ Üniversitesi’nden aldığım safkan tekelerle artırıyorum.
Bir diğer konu da yem. Kendi yemini kendin üretiyorsan bu işte karlılık oranı artıyor. Dışardan alınan hazır yemler masrafların artmasına sebep oluyor. Bu konuda biz şanslıyız. Kendi arazimizde kendi yemimizi üretebiliyoruz, ayrıca hayvanlarımız merada doğal ortamlarında otluyorlar. Son olarak ve aslında en önemli nokta; sütü pazarlayacağınız yeri bulmak. Planlanması gereken ilk konu başlığı bu olmalı; ürettiğiniz sütü nerede ve nasıl kullanacaksınız !
Keçi sütünü peynire dönüştürme çabasındasın… Bu alandaki hayalin ne ?
Sütü ilk iki sene büyük firmalara verdim. Ama bu firmalar yerel üreticiyi koruyacaklarına maalesef bizi sağmaya çalışıyorlar. Verilen litre fiyatları masraflarımızı karşılamıyor. Bu işe atılırken Hollanda’dan Fransa’ya kadar çiftlikler gezdim. Oradaki üreticilerin bizden farklı yaptığı şey, yüksek teknoloji kullanımın yanında, kooparatifleşebilmiş olmaları… Kendilerini firmalara sağdırmıyorlar yani… Bizim de bunu yapmamız gerek…
Firmaların süte verdikleri fiyatların masrafları karşılamaması üzerine üzerine ben de sütü kendim işleyip peynire dönüştürmeye karar verdim. Peynir yapmak kararındaydım ama klasik beyaz peynir değil biraz farklılaşmak hedefindeydim. Boşnak peyniri yapmayı öğrendik tesadüf eseri çiftliğimize gelen bir arkadaşımızın eşinden… Ve hakikaten güzel bir peynir oldu. Bugün o peynirin kekiklisini, otlusunu, islisini yapıyorum ve kendi çevremde büyük beğeni topluyor. Sonuçta herkesin yaptığını yapmayacaksın ki marka olarak da öne çıkabilesin.
Çiftliğimizde ürettiğimiz keçi peynirlerinde sadece keçi sütü kullanıyoruz. Oysa piyasadaki birçok keçi peynirinin %80’inde inek sütü kullanılıyor! Hedefim, bu konuda insanları bilinçlendirmek ve keçi peyniri tüketmek isteyen bir kişinin gerçekten “keçi peyniri” yemesini sağlamak.
Daha önce konuştuğum bir keçi çiftliği sahibi, keçileri “çok temiz hayvanlar” oldukları için tercih ettiğini söylemişti. Senin için benzer bir motivasyon var mı ?
Doğru, hem temiz hayvanlar hem cana yakınlar hem de çok akıllılar. Asla kötü ot yemiyorlar, çok seçiciler. Hatta bir söz vardır; “Keçinin yediği otu insan da yiyebilir” diye…
“Üretme” kısmına geri dönelim… Mobilya tasarlama, üretme işi nasıl başladı?
İnsanın içinde “üretme” fikri olduktan sonra sınırlar yok oluyor. Çok farklı konularda aklınıza gelen yaratıcı fikirler varsa ve şartlar uygunsa neden olmasın? Kardeşim diyebileceğim can dostum Melih Doksanbir, bana “mobilya tasarlama” fikri ile geldiğinde oldukça heyecanlandım. Zaten sevdiğim ve takip ettiğim bir alandı. Şimdi kendi atölyemizde tasarladığımız mobilya ve aksesuarları Urbanoloji markamızla üretip satıyoruz.
Mobilya işinde en çok tatmin eden şey ne seni?
Ahşapla uğraşmak, onu bir ürüne dönüştürmek müthiş tatmin edici… Bir gün önce aklında olan ürünü ertesi gün üretilmiş, hayat bulmuş olarak görmek! Tabii henüz 1.5 sene önce başladım bu işe… Benim daha çok fırın ekmek yemem gerekiyor. O yüzden “ben marangozum” diyemem henüz… Bunun için bir ustalık gerekiyor. Ama ustayla birlikte ahşapı zımparalamak, yaşayan bir varlığa yeni bir form vermek her şeye değer zaten…
Bu yola çıkacak insanların kafasındaki soru işaretlerinden biri de “ya yapamazsam” oluyor. Sende de benzer bir endişe var mıydı ?
Olmaz mı! 20 senedir kurumsal hayattaydım. Ticaret hayatına yabancıydım. Çok klasik olacak belki ama kararlı olmak çok önemli. Kendinize hedefler koyup, bu hedeflere ulaşabilmek için çok ama çok çalışmak gerekiyor.
Bugün üniversiteden mezun olan ve kurumsal hayata girecek bir gence ne söylemek istersin ?
Hayatlarını ne yaparak geçirirlerse mutlu olacakları konusunda iyice kafa patlatmalarını tavsiye ederim.
Çiftliğe, üretmeye ve hayata dair hayallerin neler ?
Hayalim, hem keçi işinde hem de mobilyada markalaşmak. Kızlarım eğitimlerini tamamladığında temelli çiftliğe yerleşmek istiyorum. Eşim ile doğanın bize verdiği olanaklarla, daha yavaş ve sindire sindire yaşamak bizi mutlu edecek. Benden sonra ise umarım çoçuklarım ve torunlarım çiftliğimizi yaşatır.