Çizimdeki ilk dikkat çeken şey değil… Ama en önemli ayrıntı belki de… Ahmet Coka’nın çizimlerinde sık kullandığı metaforlardan biri kağıttan kayık; Hayallerin kırılganlığını tasvir ettiği kadar, yeniden, başka hayaller kurulabileceğini de anlatıyor. Çünkü kağıttan kayığı yeniden yapabilirsiniz. Tıpkı yeniden hayal kurabileceğiniz gibi…
Ahmet Coka’nın kapakta yer alan çizimi, şehri geride bırakmakla ilgili… Önde 790 kilometre tabelası ile Bodrum yolu… Dikiz aynasında ise geride bırakılan şehir…
Peki gerçekten şehir geride bırakabiliyor mu?
Coka ile sohbetimizin ikinci bölümünü, onun Bodrum’a taşınan “bazı” şehirlilerle ilgili gözlemlerinden oluşuyor.
Onlar “bavullarıyla” Bodrum’a gelenler…
“Bavullarıyla gelenler” derken kimlerden bahsediyorsun ?
Şehirden gelenlerin yanlarında getirdikleri şeyler vardır. Atamadıkları şeyler vardır. “Bunu amcam aldı, bu kupayı çok sevdiğim arkadaşım aldı” gibi… Bunlardan vazgeçmeden buraya gelenler, böyle bağlarından kurtulmadan buraya gelen insanların hepsi burayla ile ilgili bir problem yaşıyor. Kaçış romantizmi, şikayet edilen bir şeye dönüşüyor. Halbuki bu insanlar bavullarını şehirde bıraksalar, burada bambaşka bir ortam var. Bunu yapabildiğin zaman sen kendini Eda Teyze’ye göre hizalamaya başlıyorsun. Seni buradaki hayat tanımlamaya başlıyor. İçinde bulunduğun ev seni tanımlamaya başlıyor. Bahçendeki bir mandalina ağacı seni tanımlamaya başlıyor. Buna izin vermediğin sürece sen hala İstanbul’daki yaşamın tanımladığı adam olmaya devam ediyorsun.
En tipik örnek şu zaten; buraya gelip doğa içinde bir ev yapıp, her akşam gecenin birinde, ikisinde muz ağacını sulamaktan büyük keyif alan adamın bahçesine giren tavuğu, köpeği, eşeği herneyse küfürlerle sopalarla kovalaması… “Ben buraya bu kadar para harcadım” demesi… Şehirlinin bu zinciri kırmak gibi bir derdi var. Bu zincire dahil olmak istemiyorlar. Bavulları ile geliyorlar dediğim o…
Yani buraya gelenin, buranın kıymetini biliyor olması lazım. Nereye geldiğini biliyor olması lazım… O tavuğun ne işe yaradığını bilmesi lazım. O tavuğa saygı göstermesi lazım… Burayı öğrenmesi lazım…
Biz bahçenin temizliğini Hülya ile birlikte yapmaktan mutluyuz. Bakkala gitmek, kahveye bırakılan mektup ve kartlarını almak harika bir şey. Çünkü insana uğraş gerek, bu uğraşlardan mutlu olmak gerek. Erken kalk, pazara in, taze şeylerle dön evine. Bahçenle ilgilen, yemek yap kitabını oku değil mi? Uğraş olmazsa anlatacak hikayen olmaz. Hikayesiz insan, “yuvarlanıp gidiyoruz” der sorana. Oysa hayat yuvarlanarak ıskalanacak bir şey değildir bence.
Ahmet Coka’nın blog’undan…
Soruyor “Mutlu musun?”
Anlatıyorum, bölüyor… “Dur hele henüz erken değil mi?” diye. Bodrum’a gidişimi, zamanında erken olarak nitelemiş kimi arkadaşım ne yazık ki sözümü tamamlamama izin vermediler. Demek ki söylenenin dinlenmediği bir şehirde yaşamışım onca sene. Adama “mutluyum” diyorum, bana “erken” diyor… Kendimi, mutluluğumu ispatlamaya çalışırken buldum.
Şehirden seni izleyenlerle de ilgili gözlemler yapıyorsun tuttuğun blog’da… Mutluluğunu kanıtlamak zorunda olduğun durumlar kadar Bodrum’daki hayatı aşırı bir romantize etme durumu da var galiba…
“Ege’ye yerleşince daha yaratıcı olursun” diyenler oldu. Ben buraya daha yaratıcı olmaya gelmedim ki… Daha yaratıcı olmak demek daha çok yük demek. Ben bu yükü kabul etmiyorum artık… Ben buranın bana sunduğu her şeyi koklamak istiyorum. Her hafta bir tura katılıyorum mesela… İki hafta önce mimozalar açmıştı, baş döndüren bir kokuları vardı. Sapsarı, her taraf harika… Evet, bunları ben yazarım, çizebilirim ama önce bunları görmem lazım… Önce bunları bir koklamam lazım ki kokusunu resme taşıyabileyim.
Ahmet Coka’nın blog’undan…
Bazıları, tüm sevimlilikleri ve samimiyetiyle “kendi hayallerini yaşadığımızı” söyleseler de hayal farklı, yaşamak çok farklı. Şunu net olarak söyleyebilirim ki, burada yaşamak çok kolay değil. Dersimizi iyi çalışmamış olmasak çoktan yelkenleri suya indirmiştik sanırım. Son bir yılda burayı kendimize uydurmak yerine, biz yaşadığımız yere dönüştük. Yoksa başaramazdık. Yukarıda sıralı bir dizi fotograf, uzun su kesintileri veya elektriksiz saat dilimlerinde çekildi. Şunu söylemek istiyorum, düşünme biçimimizi değiştirmek hayatımızı kolaylaştırdı. Çeşitli alışkanlıklarımızdan, eşyalarımızdan ve bağlarımızdan kurtulmak bizi epey özgür kıldı. İstanbul’la sadece ekonomik bir bağımız var. Güvensizlik üzerine inşa edilmiş ön yargılar burada zaten çalışmıyor. Bir yılda o kadar çok insana temas ettik ki buralara gelip kendini evine kapatan asosyal şehirlilerden olamazdık. Bissürü insan tanımanın tarifsiz mutluluğunu yaşıyoruz.
Peki hayatımıza dair neler değişti? Bir kere bulunduğunuz yerin şartlarına göre düşünmek gerekiyor. Bodrum’da hala İstanbullu gibi davranılınca yapılacak tek şey ona buna kızmak oluyor. Neden saatte bir minibüs var? Elektrikler niye bu kadar sık gidiyor? 25 gün su kesintisi mi olurmuş? Doğalgaz niye yokmuş? vs… İnanın Bodrumlular kendi kendimizle böyle kavga etmemizle pek eğleniyorlar. Biz bu aşamayı ilk ay sonunda atlattık sanırım.
Blog’da “hayal farklı, yaşamak farklı” diyorsun. “Şehirden kaçış romantizmi”, şehirlinin yeni bir tüketim alanı mı haline geldi sence ?
Burada birazcık vakit geçirmek gerekiyor. “Her şeyi yaparım” diyerek gelen burada dikiş tutturamıyor. Mesela en komiği de “ben yaşam koçuyum, nefes terapistiyim” diyerek burayı hedefleyenler. “Bodrum herhalde benim için çok uygun bir yer” diye bana mesaj atıyorlar. Bodrumlunun yaşam koçu ile ne işi olabilir, hiç işi olmaz. Ben buraya gelip “yaşam koçuyum, yoga hocasıyım” diyen insanların tek tek emlakçı olmaya başladığını gördüm. İstanbul’da bu çok seviliyor, rağbet görüyor yaşam koçluğu… Tüketilmesi gereken bir şey olarak sunuluyor.
Mesela benim hayallerimden biri 6-7 masalık bir meyhane açmak. Para kazanmayı umarak da değil… İçinde şiir okuduğumuz, eşin dostun geldiği bir yerden bahsediyorum. Ben Bodrum’a gelir gelmez bunun arayışı içine girseydim eminim bütün kapılar hızla yüzüne kapanırdı. Bu biraz, burada vakit geçirmekle alakalı… Şimdi Bodrum’da “üçüncü nesil kahveciler eksik” deniyor. Buranın eksiğini aramak bana doğru gelmiyor.
Geride bıraktığın şehirle şimdiki hayatın arasındaki en büyük fark ne sence ?
Şehirde çok karmaşık her şey… Sen bana bir şey dediğinde altında mutlaka bir ima ararız. Bir yemek daveti üzerine bile 50 tane şey üretebiliriz. Halbuki “acıktım, hadi beraber yemek yiyelim”in altında bir şey aranmaz. Burada insanlar böyle değiller. Örneğin geçen sene hasta olmuştum ateşim 40° çıkmıştı. Çok az insan tanıyordum Bodrum’da… Bisiklet kulübü lisesinden birini aradım. Sorgusuz, sualsiz gelerek beni hastaneye götürdü.
Yine ilk geldiğim sene Yalıkavak- Gümüşlük arasında bisiklete binerken, sık yaptığım bir rotaydı, bana korna çalan araçların plakasına bakmaya başladım. Hepsi İstanbul plakalıydı bunların… 48 plakalar selam vermek için korna çalar. Bir gün bisikletle Yalıkavak yokuşunu çıkıyorum, orası baya sert bir yokuştur, arkamda bir minibüs, bir türlü geçmiyor ama beni… Yokuş başında yanıma geldi; “Niye geçmiyorsun beni” dedim, “Senin işin daha zor” dedi. Burada minibüs kullanan bir adam sana bu saygıyı gösteriyor. Seni koruyor. “Ben seni geçersem, sen çok korumasız kalırsın” diyebiliyor. Benim aradığım samimiyet biraz da bu işte…
Ahmet Coka ile söyleşinin finalini yine onun blog’undan bir bölümle yaptık. Onun hayaller, çizimler ve kendi çevresindeki değişimler üzerine gözlemleri için güncesini takip edebilirsiniz.
İlham olması dileğiyle…
Bodrum’a gelmeden evvel hayalini kurduğum anların resimlerini çizerdim. Kendi kendimi heyecanlandırır, bu sayede hayalime doğru yeni adımlar atardım. Sabırla örüldü bu yol. Merkezinde rakı sofralarının kurulduğu bu hayallerin her bir anına salaşlık hakimdi. Güneş, deniz, sevgilim, renkli ampuller, mavi panjurlu beyaz evlerle kurulmuş bir dünyaydı. Tuz ve yosun kokan terliklerime bulaşmış mazot ve ayaklarımda midye kesikleri. Kıyıdan sallanan oltayı birkaç kediyle beklemek veya uzayan sakallarımın arasında bir-iki kalem saklamak gibi sıradan hayaller benimkisi. Öyle yatlar, şaraplar, bana özel koy filan derdinde hiç olmadım. Kafe açmak filan, kurumsal dünyanın, modern kölelerine minimal tuzağından başka bir şey değil. Bunun yerine mendirekte sakız çiğneyerek ufka bakmayı geçirmişimdir aklımdan. Ben zaten parlamayan hayalleri severim. Kimsenin bakmadığı…