Şehir her gün çığlık atan, isyan eden milyonlarla dolu… Köye, kırsala, doğaya dönüş hayali de bu isyanın tezahürü aslında…
Ve fakat herkesin şehirden kaçması/kaçabilmesi mümkün değil… Şehirde varolabilmenin de bir yolu olmalı…
Torpil olmadan da, “Geçiş üstünlüğü” olmadan da mutlu olunabilmeli…
Gazeteci Damla Çeliktaban‘ın Habertürk’te yayınlanan yazısı/isyanı bu nedenle çok paylaşıldı. Çünkü bugün İstanbul’da yaşayan herkes aynı şeyi düşünüyor;
O yazıdan;
“İnsan arttıkça, araba arttıkça, şehir bize bir yaşam sunmaktan uzaklaşıp olan yaşamımızı tükettikçe bizden iyi bir şey olmaz. Mutsuz insanların ve mutsuz arabaların, egzost kokulu, aşırı benzin tüketimli hayatı İstanbul’un bize sunduğu. İstanbul hasta. Bizi de hasta ediyor.”
Bu isyanı kaleme alan Damla Çeliktaban kimdir ?
İstanbul’da doğmuş büyümüş bir ailenin İstanbul’da doğmuş büyümüş çocuğuyum. Bir oğlum var. O da benim çocukluğumu geçirdiğim evde doğdu ve büyüyor. Okullar okudum. Kitaplar okudum. Avrupa’da farklı şehirlerde yaşadım bazı dönemler… Aylık dergilerde muhabirlik yaptım, haftalık haber dergilerinde çalıştım. 2008 yılından beri Habertürk gazetesinde yazıyorum. Hthayat.com isimli kadın portalının yayın direktörüyüm. Anne olduktan sonra hamilelik, doğum konularına merak duydum. Doula‘lık ( Doğum ve doğum sonrası danışmanlık ) eğitimi aldım. Yaptığım işin karşılığında para almayı beceremediğim için bunu meslek olarak yapmıyorum. Hamile arkadaşlarıma dadanıp onların doğumlarında yardımcı olmaya çalışıyorum. Oğlum büyüdükçe çocuk gelişimi ve psikoloji alanlarına gömüldüm. Arızalı bir yetişkini tamir etmektense “bir çocuğu sağlam yetiştirmek daha kolaydır” diyen birine inandım. Ebeveyn koçluğu eğitimi aldım. Şimdi doğumları konusunda dadandığım arkadaşlarıma bir de çocuk yetiştirme ahkamları kesiyorum. Her kitap okuduğunda kafasında devrim olan, her ağaç gördüğünde gidip sarılmak isteyen bir insanım. Ayaklarım ve ellerim toprağa değdiğinde mutlu oluyorum. İstanbul’da yaşamakta çok zorlandığım için hayatımı çok küçük bir çemberin içine kurdum, mümkün olduğunca dışarı çıkmamaya çalışıyorum. Eğer gezmek istiyorsam şehirden ya da ülkeden gidiyorum… Okuyan, yazan, gezen, annelik yapan, hayvanın ve bitkinin her türlüsüne saygı sevgi duyan bir insanım.
Makale, bir isyanın “sonunda” satırlara dönüşmüş hali gibiydi… Bunu sana bir “olayın” yazdırmış olması gerek diye düşünüyorum. Ya da bir tetikleyici vardır herhalde ?
Bu yazıyı yazmadan önceki gün babamın Yalova’daki evinden kendi Bostancı’daki evime doğru yola çıkmıştım. Yalova Pendik feribotu doluydu. “Topçular-Eskihisar’ı deneyeyim” dedim. Onun önünde sonsuz bir kuyruk vardı. O zaman çare yok, “körfezi dolaşacağım” dedim. Pazar akşamıydı, saat 19.00 civarı… Yalova’dan Bostancı’ya 5 saatte vardım. Yol boyunca trafik vardı. Hiç azalmadı. İki şeritli yolda sağdan soldan kaktırarak öne geçmek isteyenler sayesinde 4 şeride çıkıp sonra tünel girişleri vs. de tekrar 2 şeride düşmeye uğraşıyorduk, binlerce kişi. Yazımda bahsettiğim görgü hadisesi her yerden kendini hissettiriyordu. “Neden benden daha önemli olduğunu düşünüyorsun, neden zaten gitmeyen yolda önüme geçmeye çalışıyorsun” diye sinir olup durdum bütün akşam. Ertesi gün bu yazı çıktı. İstanbul artık sadece kendi içinde değil, ona varan yollarda da kangren olmuştu. Gördüm.
Yazı çok paylaşıldı. Çok yorum almıştır. “Bu çok ilginçti” diyebileceğin bir geri dönüş var mı ?
“İstanbul hasta. Bizi de hasta ediyor.” diye yazdım. Evet çok paylaşıldı, çünkü her gün herkes bunu düşünüyor.
Yazıma gelen tepkiler iki ana başlıkta toplanıyor: “Evet, hasta ediyor. Dayanamıyoruz.” diyenler bir de “Bırak git o zaman, sen de kalabalık ediyorsun. Bizi kovamazsın.” diyenler. Bu ikinci grubun üzerine alınma halini ilginç buldum. Ben yazımda hepimizin ortak yaşantısındaki sıkıntılardan hasettim. Herhangi birilerine “Siz gidin” demedim. Ne haddime! “Bu şehre insan doldurmayın artık” alt manası çıkabilir yazımdan. Bunu da üzerine alınması gerekenler zaten yazıyı okumamışlardır bile. Yine de ortak yaşamsal dertlerde bile “siz, biz” ayımına bir şekilde varılmış olması bir hayli üzücü. Kimiz ki biz ya da onlar kim? Ya da “Biz çok memnunuz, sen git” diyenler samimi mi? Gerçekten rahat rahat varıyorlar mı istedikleri yerlere, bu kalabalıktan bu kalitesiz yaşamdan mutlular mı? Bilemedim.
Çok eski olmayan tarihlerde “parası olana İstanbul güzel” denirdi. Sanki bu da değişiyor diye düşünüyorum. Sen ne dersin ?
İstanbul bir şehirden çok bir makine bana kalırsa… İnsanların yaşaması üzerine değil çalışıp ölmesi üzerine kurulu bir mekanizması var. Gelişimi de bu yönde sürüyor. Bu saatten sonra İstanbul kurtarılabilir mi, sanmıyorum. Kentsel dönüşümün yeşile doğru, tam tersi yöne odaklanmasından başka herhangi bir çıkış yolu görmüyorum. Bunun için de nüfusun azalması lazım… Bu mümkün mü?
Toplu taşıma ile ilgili bir çok adım atılıyor. Metrobüs, Marmaray… Bunlar İstanbullu’nun ruh sağlığını düzeltebilir mi ?
Toplu taşımanın belirli bölgeler haricinde fazla bir etkisi yok bana kalırsa… Ne umutlarla yapılan metrobüsü kullananlar bilir. Araçlar arka arkaya da gelse metrobüs hep sıkışık, hep ağzına kadar dolu, hep tek ayak üzerinde durulacak kadar yer var. Deniz yoluna, trenlere ve tramvaylara yatırım yapılmadığı takdirde bu sıkışıklık böyle gidecek. Çok kalabalığız, çok fazla araba var. Metro hattı yetersiz… Minibüsler trafiğin canına okuyor. Anadolu yakasında Bağdat Caddesinde, Boğaz köprülerinde her saat her gün trafik var. Eskiden Kadıköy’ün içinde bir yerlere rahat ulaşırdık, şimdi o da yok. Ara sokaklarda her daim inşaat kamyonları, betonyerler yolları tıkıyor ve ulaşımı felç ediyor. Maltepe’den Kadıköy’e kadar Bağdat Caddesi üzerinde bir tramvay kurmak çok mu zor? Sanmıyorum. Gebze Haydarpaşa hattı trenini senelerdir kullanamıyoruz. Onu önceliğe almak ve bitirmek çok mu zor peki? Sanmıyorum. Toplu taşıma bir çok yerde pratik değil. Metroların çevresinde otoparklar ya da her yerden metrolara kolayca ulaşmayı sağlayacak shuttle’lar olabilirdi. Neden yok? Boğazın karşılıklı olan yakalarını birbirine bağlayan onlarca deniz taşıtı olabilirdi. Neden yok? Benim her gün Asya’dan Avrupa’ya geçmemi sağlayan araç deniz otobüsü. Yeterince karlı olmadığı için sadece belli saatlerde var. Neden? Odak para olduğu için. Odak insan ya da yaşam değil. Dedim ya burası bir makine.
Kendi mutluluk arayışını şehirde gerçekleştirebileceğini düşünüyor musun?
Şehirlilik böyle bir şey olmasa gerek; “Şehir insanın tüm enerjisini alır, hava kirliliğine karıştırır” diye bir şiar da yok. Şehir evet köyden daha az yeşil olabilir, balkonunda tavuk besleyemeyebilirsin, havucunu topraktan değil marketten almanı gerektirebilir. Lakin, “şehir makinedir, bu makine de seni yemeden ayakta kalamaz” düstur olmamalı… Ben gidip görmedim ama Yeni Delhi bir de Kahire bu kadar kaotik ve zormuş diye duydum. Batıya gidip şehirleri gördüğünüzde zaten: “Burası gezegen ise biz nerede yaşıyoruz” diye soruyor insan ister istemez. O örneklere bakınca görebiliyoruz; şehirde ve doğanın içinde, şehirde ve düzenli yaşanabiliyor.
Senin böyle bir hayalin var mı; doğada yaşam, çiftlik… “Mutluluk” kelimesinden beklentin ne ?
Benim “hayalim bi’ çiftlik” değil. Çiftlikte yaşayabilecek donanımlara sahip olmadım. Ben içinde nefes alınabilecek, düzenli bir şehir hayal ediyorum. Orası burası değil. Bırakıp gitme hayallerin köklerime takılıyor. Bu şehirde doğdum, büyüdüm, arkadaşlarım, sevdiklerim, beni ben yapan her şey bu şehirde… Mutluluk arayışım kurduğum ilişkilerde örülü… Çocukluk arkadaşlarımda, kuzenlerimde, istediğim zaman kardeşimle kahve içebilmemde… Çok severek yaptığım işimde… Hepsi de buradalar. Şehir beni yese de bu böyle…
İşte burada da “Madem o kadar zorlanıyorsun çek git o zaman” tepkisine verecek cevap gizli… Keşke bütün insanlarımı alabilsem de insanca bir yaşamın mümkün olduğu bir yere gidebilsem. Benim hayalim bi’ çiftlik değil. Benim hayalim bir komün… Belki bir gün başarırım.